12 Ağustos 2014 Salı

Coming soon

Yaz rehaveti denemeyecek kadar yogun gecen gunlerimiz ozetleyecegim gunler yakindir...

14 Haziran 2014 Cumartesi

Yazlıkçılar...

Çocukluğumdan beri yazlıkta geçirilen zamanlara bayılırım. Sanırım mutlu zamanlar hatırlıyorum ne zaman tatili düşünsem... Okul bittiğinde herkes bir köşeye dağılır. Ailesiyle tatile çıkanlar, yazlığa gidenler, memlekete gidenler, fındık toplamaya gidenler, akraba ziyaretine gidenler, yurtdışındaki akrabalarına gidenler... Yaz tatili başladığı anda biz de yazlığa Ayvalık'a geliriz hep. Buranın en sevdiğim yanı tanıdık olması. Her yaz buraya gelmek, arkadaşları bir sene sonra yeniden görmek. Sonunda aynı hüznü yeniden yaşayacağımızı bile bile bronz tenler, temiz yürekler, pır pır kalplerle, püsküllü t shirtler kesilmiş kotlarla, dondurmalarla discolarla...

Ozan, çocukluk arkadaşım. Yıllardır gelmemişti Ayvalık'a... Lise biter bitmez İngiltere'ye gitti. Zaten annesi İngiliz vatandaşı olduğundan onun da İngiliz pasaportu var. Üniversiteyi orada okudu, tatillerinde de anne babasının yanına İzmir'e geldi. Ayvalık onlar için demode mi oldu bilemiyorum. Genelde tekne tatili ya da yurtdışı gezileri yaptıklarını takip ediyorum facebooktan. Çok güzl bir annesi var, altmışına merdiven dayamış olmalı muhtemelen ama görünürde kırktan fazla etmez. İnsanlar nasıl böyle kalmayı başarıyorlar bilmiyorum, şimdiden kazayaklarım var!

Bu yıl da yazlık planım yoktu ama Ozan'la facebooktan yazışmaya başladığımızda onu ne kadar özlediğimi farkettim ve sonunda görüşme planımızı yaptık bir iki gün içinde "Hadi haftasonu görüşelim, Ayvalık'ta eski günleri anarız!" ... Hayatı spontane yaşamak epey keyifli... İnsanın yüklerinden kurtulması gerekiyor böyle yaşayabilmek için.

Ozan okulu bitirdikten sonra İzmir'de bir mayo fabrikasında uzman tekstil mühendisi olarak çalışmaya başladı ve ben İzmir'i çok sıcak bulduğumdan, genelde de bir ilişkiyle boğuştuğumdan senelerdir ihmal ederim onu. Fırsattan istifade yazlık tayfasının neler yaptığını öğrenmiş olurum, hoş ben ne yaptım dersen kocaman bir hiç ama yine de başkalarının hayatlarını didiklemek çok eğlenceli...

Şu an bahçe sefasındayız, muazzam bir sofrayı talan ettik, rakılar içildi sohbetler edildi...Yalnız sivriler feci kan emiyor burda... Kısa bir kendini dinleme seansına geçmişken bir şeyler eklemeden yapamadım. İstanbul'u ve yaşananları birkaç gün geride bırakmak muazzam... mmmmhh

13 Haziran 2014 Cuma

Bazen dinlemek kendi acısını unutturur insana...Ve OHA! dersin, iyiyim lan ben!



Günlerdir ev arıyorum, sonunda içinde yaşayabileceğim bir ev buldum. Hiç Ataşehir'de yaşayamam bana göre değil diyordum ama sanırım şehirden uzaklaşma vaktim geldi. Selim Bey'le konuştum, yakın zamanda güzel bir arabayla sevgimi satın almaya çalışır.

Babalar neden böyle? Anneler kıyamadıklarından mı, canından bir parça olduğundan mı bilinmez, önce evladını düşünmeden yapamaz. Babalar bencil bu konuda. Şimdi anlayışlı olayım, kendi hayatımdan pay biçeyim, düşüneyim diyorum olmuyor. Ben tek eşli oldum bugüne kadar. Anlayamadım aynı anda bir sürü kadınla birlikte olabilen adamları ya da aynını yapan kadınları. "Bana ters hacıı!" zihniyetinde kesin bir fikirle söylemiyorum bunu. Sadece midem almıyor benim. Hayatımda kendini bana adamış biri varken, Ümit gibi mesela, sevmesem de üzülsem de bana olsun ulan. Yazık değil mi o adama... Şimdi Melih için hissettiklerim geliyor aklıma, aldatmak öylesine kolay ki.

Neyse Melih demişken asıl konumuza dönelim. Geçen akşamki olaydan sonra sürekli bir hareket var içimde. Kıpır kıpır saçma ve beni kızdıran bir heyecan var. Sinirleniyorum çünkü ben oldum olası devamı olmayan şeyleri sevmem. Ümit bu işte bir çelişki yaratsa da inan onunla devamı olacağını sanmıştım, ya da ummuştum diyelim... Çok uzun zamandır kendime bile ifade edemiyordum zaten, çok yeni dile getirmeye başladım ve devamı da uzun gelmedi zaten.

Neyse dün akşam saat 8buçukta telefonum çaldı, whatsapp melodisini diğer melodilerden ayırdım. En son Evrim'le yazışmıştık, yazlıktan arkadaşım.Heralde o yazmıştır diye telefona uzanmadım. Esra'nın evi asansörsüz bir apartmanın 4. katında olduğundan içimden ev aramak dışında çıkıp bir şeyler yapmak gelmiyor. Hava çok güzel aslında ve kendimi sadece zorunda olduğum bir şeyi yapmak için dışarı attığımda bu ruh halime iyi gelmiyor. Kendimi koltuktan kalkmak istemezken buldum "Bakmicak mısın?" dedi Esra elinde nescafelerle mutfaktan gelirken.
"Ay çok üşendim şimdi, beni buraya göm lütfen" güldü ve kahveleri sehpanın üzerine yerleştirip önüme koyduktan sonra telefonu bana getirdi. Ne kadar çalışkan bir kız diye düşündüm ve imrendim ona. Sabahtan akşama bir şirketin Finans departmanında çalış, ki rakamlarla bütün gün uğraşmak hiç bana göre değil" sonra gel akşam yemeğini hzırla bir de üstüne kahve yap. Yok benim gitme vaktim kesin geldi. Hiç onun kadar hamarat biri olamicam sanırım...

Telefonu kahvemden birkaç yudum alıp boş boş televizyonda daha önce hiçbir bölümünü izlemediğim diziye boş boş göz gezdirdikten sonra ancak aldım elime. 

Melih: Napıyosun?

Hımm…Buna ne yazılır şimdi? Çok sohbete girmemek en doğrusu, maksat beni Ümit’le barıştırmak. İnsanlar neden bir başkasının kararına saygı duymazlar ki? Milletçe birilerini barıştırmak, birilerine müdahale etmek asli görevimizmiş gibi davranıyoruz. Hayatına baksana…

Tuş kilidini kapadım, o sırada onun ekranında çevrimdışı olduğumu ve bakıp mesajını okuduğumu ama cevap yazmadığımı gördüğünü biliyordum. Neden bu kadar kapsamlı düşünüyoruz? … Bir süre beklemem gerekiyor, hem ne yazacağıma karar vermek hem de hemen cevaplamamış olmak için. Kadın olmak çok zor!

“İyi, sen?”

Bence çok cool bir cevap oldu. Yeterince ilgisiz ve biraz da “kendi işine baksana sen!”tadında. Memnunum. Mesajımı okudu. Ekrana bakıyorum, çevrimiçi ama yazmıyor. Bu detayları alabiliyor olmak çok kötü. Eskiden harflere defalarca dokunarak binbir zorlukla bi sms gönderirdik sonra da cevabını beklerdik. Mesaj ulaştı mı, okudu mu, şarjı var mı, cevap yazacak kontoru var mı* Hep bilmeceydi. Hayat daha heyecanlıydı…

“Ben de iyi! Şimdi ben artık seni görmeyecek miyim? Ümit’le ayrıldın diye benimle de ayrılmış mı oluyorsun?”

Hımm, bunun ardında sinsice yanıma yanaşıp, dost kardeş edasıyla bir katakulli arasında beni Ümit’le barıştırmak var kesin. Ben bu oyunlara gelmem hacı.

“ Görüşürüz tabi de zamanı var, şu ara çok işim var. Zaten seni de görmek istemiyorum. Bi süre yalnız kalmam lazım ki kafamı toparlıyim. Hem iş güç bakmam lazım evde otur otur bunalıma giriyor insan. Ve daha bir sürü şey…”

“Beni görmek istemiyosun, net bir cevap oldu!” alındı mı? Hoşuma gitti…

“Anladın işte trip mi atıcan liseliler gibi?”

“Yok atmicam! Ben seni görmek istiyorum ama” neaaapiyosun ooolooom? Kalbim bi garip atmaya başladı. Şimdi ben bu kadar çabuk kendimi böyle bir entrikanın içine sokamam. Elalem ne de olayına hiç takılmıyorum da benim midem almaz. Şimdi olsaki Ümit’le ilişkimin üzerinden yıllar geçmiş, bi denerim, en azından Melih’le sevişmenin nasıl bir şey olduğunu zaten hep merak etmiştim… Ama şimdi, c’mooon!

“Ben de istediğimde sana haber veririm : ) hadi iyi geceler!”

“Peki! İyi geceler…”

Bir de “seni bekleyeceğim” tınılı bu “Peki!” Aaah, offline olmalıyım, kapa kapa!

Bu oyunlar beni çok yoruyor, uzun zamandır atraksiyona kapalı bünyemde tıkanan kan damarlarımın açıldığını hissediyorum. Bu kadarı şu an için yeter. Kahvem de soğumuş zaten.

Esra’ya dönüp biraz da onun hayatıyla ilgili konuşalım diyorum amma bencil davrandım, günlerdir varsa yoksa benle Ümit… Ok, zor bir dönemdeyim ve arkadaşım bana kapısını açtı ama onun için de hayat çok parlak görünmüyor. Yalnızlık kimseye yaramıyor sanırım…

“Eee, hep ben mi konuşucam balım? Aanlat bakayım aşk meşk, iş güç, neler yapıyorsun, bu eve gelen giden bir yakışıklı enişte göremiyorum?”

“Bu aralar bi karışık balım. Aslında biri var ama onun hayatı da benimki de bok gibi karışık”

“Faka bastım galiba, hiç girilesi konu değilmiş! İstersen konuşmayalım ama merak ettim. Rahatlarım dersen tüm hikayeyi zevkle dinlerim”

“Balkona çıkalım mı? Sigara içeriz hem?” hımm sigara içmek istiyor. Esra öyle her zaman sigara içmez. Hep paketi vardır ama bazen haftalarca ağzına sürmez, bazen de oturup bir paketi bitirir seninle.

“Tamam hadi çıkalım”

Sigarayı çekişinde efkar olur mu insanın? Balkon pimapenle kapalı, baya gürültülü bir ara sokakta. Yoldan gelen geçen insan araba bitmiyor. O nedenle eğlenceli. Balkona yerleştirdiğimiz sahil koltuklarına kurulmuş ayakları da taburelere uzatmışız. Bir türlü konuya giremediğini ya da nereden başlayacağını bilemediğini görüyorum.

“Hadi anlatsana kızım ya”

“Tamam. Sinan’ı biliyorsun. “ kafa sallıyorum. “ Kış ortasında büyük bir kavgamız oldu. Şirketten Melisa diye bir sarıkafayla yemeğe çıkmış, ben aradığımda ‘çocuklarla beraber caddede maç izliyoruz’ demişti. Ben bunu şirkette başka bir kızdan öğrendim, ağzına sıçtım tabi. Aslında niyetim ayrılmak değildi, baya bi kavga edip korkutmaktı ama hiç korkmadı. Aksine sanırım yeni bir şeyler denemeyi istediğinden ve gerçekten benimle bitirmek istediğinden böyle bir şeye kalkışmış. Açıkçası kendi kazdığım kuyuya düştüm. Baya bi zaman atlatamadım. Sonra şirketin yılsonu balosu oldu Nova’da. Hiç aklımda yokken Bizim İsviçreli departman şeflerinden biri Faruk Bey yanıma geldi. Sinan’ı tanıyor, aynı divisiondalar. İçki getirdi sohbete başladık falan. O gece Parliament mavisi şifon elbisemi giymiştim, biliyosun ya Eda’nın düğününde de giymiştim” kafa sallıyorum. “ Göğüs kısmı biraz dekolte, adamın boyu da bir 85-90 ‘a yakın. Bir ara kafamı eğmiş sorduğu bir soruyu cevaplıyordum, kafamı kaldırınca göüslerime baktığını fark ettim, saliselik bir şey. Gözgöze geldik, hiç çekinme utanma ibaresi görmedim yüzünde. Öyle baktı yüzüme. Ben de “Ulan ben mi utanacam adama bak hem taciz ediyor hem de kafamı çevirmemi bekliyor” diye düşünüp öylece gözlerine bakıyorum. Neden sonra gözlerinin Ela olduğunu ve çok güzel baktığını fark ediyorum. Ne kadar bakıştığımızı bilmeden kendimi adamla öpüşürken buldum!”

“Şirket gecesinde? Sinaaaan?...”

O da oradaydı ama biz bu konuşma ve koklaşmayı yaparken biraz kuytu bir köşedeydik diyebilirim. Kendime gelip ayrıldım etrafa bakındım, dirseğime dokunup kollarıma doğru okşadı, ellerimi tuttu “ Utanıyorsan seni öpmem” dedi. O sırada üzerine atlayıp “lütfen öp, lütfen bırakma”demek istiyordum ama bakakaldım. İçkilerimizi bıraktık, hipnotize olmuş gibi peşinden gittim, otelde bir odası mı var, o gece için hazır mı bulunduruyordu, o anda mı ayarladı bilmiyorum ama direk olarak asansore binip odasına gittik. Butun gece seviştik, detay vermicem ama şimdiye kadar bu kadar iyisini yaşamamıştım. Sabah uyandım, yanımda olmayacağını düşünürken kafamı çevirdiğimde oradaydı. İyi hissettim kendimi. Tek gecelik bir ilişkiyi, en azından kahvaltısız bitecek kadar duygusuzunu yaşamak istemezdim” Esra anlattıkça ben de adamı, o oteli, o odayı, o sabahı hayal ediyorum. “Bir süre seyrettim, hissetmiş gibi gözlerini açtı, kış loşluğunun ve dışarıdaki havaya rağmen sıcak yorganların altında olmanın verdiği huzurla aşık olunabilecek bir adam gibi göründü gözüme, gülümsedi” bunun altından bi bokluk çıkacak, lütfen adam evli çıkmasın. “neyse sonra beraber duş ve kahvaltı keyfi ardından beni evime bıraktı. Beyaz bir Mercedes Slk’sı var, inan bana o gece rüyalarımı yaşadım” 

“Eee, sonra adam evli çıktı demiceksin di mi? Lütfen!”

“Tabii ki evli! Tüm iyiler kapılmış kızım, biz bildiğin evde kalmışız!”
“Vay orospu çocuğu! En azından bunu sana sevişmeden önce söylemeliydi!”
“Bildiğimi sanmış”
“Nasıl öğrendin peki?”
“Tatilden sonra şirkete döner dönmez sistemden araştırdım. O birimde samimi bir arkadaşım var. Beraber kahve içme bahanesiyle öğleden sonra yanına gittim, yılbaşı yemeğinde Faruk Bey’le tanıştım, çok yakışıklı ve kibar bir adam dedim, dememe kalmadı “ Aman dikkat et, çok piçtir, bizim birimden 3 kızı götürmüş, dedikoduların yalancısıyım ama inanırım adam herkese boncuk dağıtıyor” dedi. “Sonuçta boncuğu isteyene dağıtıyor da diyebiliriz, kızlar da istemeseler birlikte olmazlar, yakışıklı adam sonuçta” dedim “Orası öyle de adam evli, karısının yerinde olmak istemezdim, gerçi kadın kesin biliyordur” suratımın rengi mora mı döndü yoksa içimden mi öyle hissettim bilmiyorum ama kusmak istedim bir an. Bir süre konuşamadım. “ Tanıyor musun sen karısını?” diye ısrarla devam ettim, cevabı duymak istemediğimi bile bile “ Sen de tanıyorsun” sesini alçalttı, fısıltıyla “ Nevil” dedi. Tabi şimdi sen bu ismin benim için ne ifade ettiğini bilmiyorsun, hemen söyliyim, Nevil benim müdürüm! Her gün yüzyüze baktığım, raporlama yaptığım, toplantılara girdiğim…”

“Hassssss….”

“Ya işte maalesef böyle bi mallık yaptım. Sonrasında hiç olmamış gibi davranmaya karar verdim”

“En güzeli!”

“Yapabildim mi?”

“Hımm… Sen hala aynı yerde çalışıyosun di mi:) ?”

“Evet :)” üçüncü sigaraları yaktık. Saat 11 buçuk olmuş ama hikaye o kadar etkileyici ki ne o anlatmaktan ne ben dinlemekten sıkılıyorum.

“ Ya asıl olay ondan sonra başladı zaten. Adam durup durup meyve çiçekleri, hediyeler göndermeye başladı. Etkilenmemek elde değil, karısının departmanından biriyle birlikte olup bi de hediyeler gönderen bir adam. Bir öğleden sonra çıkıp odasına gittim. Sanki bir şey götürüyormuş gibi elimde dosyalarla. İçeri girdiğimde başını laptopuna gömmüş masasının üzerindeki kağıtlardan bilgisayara bir şey aktarıyordu. Saçlarının kenarları hafif kırlaşmış, kış olmasına rağmen bronz tenli bu yakışıklı adama bir baktım, ne söyleyeceksem unuttum, boğazımı temizledim kafasını kaldırdı. Bir saniyelik bir afallamdan sonra “ otursana!” diye masasının önündeki deri berjeri gösterdi. “Yok oturmiyim, sadece bana artık çiçek, çikolata gönderme demek için geldim!” kaşlarını kaldırdı, alnında iki uzun çizgi belirdi, yüzünün en ince ayrıntısına kadar hafızama almışım resmen, o anda çok tanıdık biri karşımda, yıllarca hasret kalmışım sanki, koşup sarılmak isteğiyle yanıp tutşuyorum… “Neden, beğenmedin mi hediyelerimi?” pişkin pişkin konuşması beni daha da delirtiyor. Ya da hoşuma mı gidiyor bilmiyorum. “ Beğenmedim! Ben evli olduğunu bilmiyordum! Ben evli erkeklerle çıkmam!” söyleyeceklerimi söyledim, karşılığında bir şey söylemesini beklemeden çıkmam gerektiğini hissediyorum ama dinlemek istedim, “dur ne saçmalıyorsun, biz zaten boşanıyoruz” ya da “sana aşık oldum ben, hiç böyle hissetmemiştim” falan diyecek diye bekledim ama “ Biz seninle çıkmıyoruz ki sevişiyoruz sadece” dedi. Bakakaldım Ela. Öyle baktım bir süre ama bacaklarımın arasına toplanan kanı da hissettim bir şey var bu adamda. Ayağa kalktı yanıma geldi, iş yerindeyiz, onun odasındayız, çenemden tuttu yavaşça öptü, masum bir öpücük değil dilini ağzımın içinde gezdirdiğini hissettim. “ Güzel değil mi?” ne kadar öpüşmeye devam ettik bilmiyorum, allak bullak olup çıktım odadan. Masama oturdum, messengerımı turuncu ışığını yanıp sönerken gördüm, Nevil!!! “Moladan dönünce odama gelir misin?” fuck fuck fuck ne söyleyecek şimdi? “Neden Faruk Bey’in odasına gittin? “Falan mı? Kovacak mı acaba? 6 senedir bu şirkette çaışıyorum sağlam tazminat alırım, hem de yüzyüze bakmayız belli ki bu adamla bi daha sevişicem ben diye gittim odasına. Son raporlarla ilgili beğenmediği yerleri anlattı düzeltme istedi. Nasıl bir rahatlamayla yerime oturduysam normalde yarım mesai harcadığım işi kalan 2 saatte bitirdim.”

“Ee hala beraber misin bu adamla?”

“Evet ama vicdan azabı feci. Kadın daha da iyi davranmaya başladı bana. Vicdan azabıyla daha mı özverili çalışıyorum bilmiyorum ama her hafta birkaç kez buluşuyoruz Faruk’la”

“Oha ya ne hikaye verdin kızım, nası tuttun bunları içinde kaç gündür?”

“E şimdi senin hikayenin zamanı, bana sıra gelir nasılsa diye düşündüm, bak geldi:) ama şimdi yatmam lazım, sabah kalkıp kumamla toplantı yapıcam :)”
Sohbetin sonunda yüzünde güller açıyordu. Akşamdan beri üzerindeki kasvet hikayesini paylaşınca uçtu gitti. Kadınlara zarar yine kadınlardan geliyor işte. Aynını Esra’ya yapmış olsalar o kadının saçını başını yolmak isterdik, arkasından ne orospusu kalırdı, ne bacakları çarpığı, ne götü kocamanı, ne burnu çengeli… İlla ki önce yüzüne küfreder sonra arkasından kusurlarını bulup kendimizin daha güzel, hayatın da daha yaşanası olduğuna dair tezlerimizi üretir sarhoş olur ağlardık. Ama hikayeye diğer taraftan bakınca sadece heyecanlı bir paylaşım! Ne bencillik… Arkadaşımın neden bu kadar ağır bir yükün altında ezildiğini şimdi anlıyorum…

10 Haziran 2014 Salı

Yeni başlangıçlar şerefine yak bi ballı puro bebeğim!


23:10
Hoptirininay nay, naynay ninaynom. Tamam tamam en ince ayrıntısına kadar tadını çıkararak anlatacağım olanları…
Dün bilgisayarımdan ayrıldığımda, yazarken olduğumdan daha korkak buldum kendimi. Birkaç adım atıp kanepede oturdum, tuvaletten çıkan Ümit’in yavaş hareketlerle çekyata uzanışını, kahvaltıyla ilgili mırıldanıp gri eşofmanının kıvrılmış bacaklarından kıllı ayaklarını kaşıyışını seyrettim. Bir insan neden alafranga tuvalete sıçarken ayaklarını sıvar ki? Alaturka tuvaletle büyümüş bir gencin garip alışkanlıkları mı? Uzunca bir süre kıvrık paçalarını seyrettim, her şey normalleşti, hayatıma devam edeceğimi anladım. Neden sonra, buraya dönüp yazılarımda kendimle yüzleşeceğimi ve buna bir kalıp uyduracağımı, bir bahane bulacağımı fark ettim. Neden? Neden her seferinde kendimce bahaneler bulup erteliyorum diye düşündüm. Yapmam gereken bir çözümleme var. Sorularımı sırayla sormalı, dürüstçe cevaplamalıyım:
Şu yüze dikkatle bak! Bu adamı seviyor musun?
Sessizlik…
Tamam, hadi bunun cevabını net olarak veremiyorsun, hadi sana sevdiğinden emin bile olmadığın bir adamla n’apıyorsun diye de sormiyim. Peki… O zaman şunu cevapla: Şu anda istediğin hayatı mı yaşıyorsun?
Hayır!
Çok net?
Evet!
Tamam, peki istediğin hayat nasıl? Yani sence ne eksik hayatında: Sağlık mı? Para mı? Arkadaşlar mı? Aşk mı?
Hemoroid (böyle söyleyince kastettiğin şey basur değilmiş gibi havalı geliyor kulağa) haricinde herhangi bir sağlık problemim yok son günlerde (gülümsüyorum sessizce), Para dersen Selim Bey’de gani, evet kendi paramı kazanmak istiyorum ama avukatlıktan olmayacağı neredeyse kesin ama yine de bu konu şu anda kafamı kurcalayan en son şeylerden biri. Arkadaşlarım ve ortamımda mutluyum, geriye kalan sorunun cevabı sanırım mutsuzluğumun nedeni.
Sonuç olarak aşık değilsin, ayaklarını yerden kesen karnında kelebekler uçuşturan bir Amerikan Romantik komedisinden fırlamak ister gibi bir halin var ama reytingi düşük bir sitcom tadında binlerce kötü esprinin etrafında döndüğü bir hayat yaşıyorsun.
Sana diyorum kızım, hooop, uyanamadın galiba? Diye homurdanan bir ayı gibi araya giren Ümit’in sesi beni düşüncelerimden alıp içinde yaşadığım bu kötü sitcom ‘un başarısız başrol oyuncusunun yanına getiriyor. O dakikadan sonra bu komedi sezon finalini yapabilir, hadi kızım, yeter artık zaten reyting almıyor kaldır şunu yayından!
-Ne var?
-Ne demek ne var? Bir saattir bi şey soruyoruz burada, kahvaltı diyorum, yapmayacak mıyız?
- Yapmicaz, bundan sonra kahvaltı yapmıyoruz, ben kahvaltı etmeyi bıraktım, eğer çok istiyorsan mutfak orada, kalk kendin hazırla!
-Regl misin sen? Moyen günün falan mı? Gece kabus mu gördün?
-Evet kabus gördüm gece, uyandığımı sandım ama inception gibi bir türlü uyanamadım, ne zaman uyandığımı sansam sen yine ordaydın! Bütün ayılığınla, düzlüğünle, sığlığınla beni boğup duruyordun. Sanırım artık uyanıcam çünkü gerçekten çok sıkıldım. Seninle çok güzel 3 yılımı geçirdim diyemicem, nankörlük ediyorsun diyebilirsin ama beraber geçirdiğimiz en güzel tatilde bile eksik bir şey vardı, dönüp güzel anlarımızı hatırlamaya çalıştığımda hep kafamda “Ulan orda bunu söyleyip gecemi berbat etmişti, burada bunu yapıp beni yalnız bırakmıştı, şurda keşke beni desteklemiş olsaydı, burada ben onu destekleyebilirdim ama içimden gelmedi!” … Bir tane bile güzel şey hatırlayamıyorum, hepsi lekeli.
-Tamam, sen ciddisin, kahvaltıdan buralara geldik hadi bakalım.
-Bu sefer dürüst olucam sana, o kadar çok gece uyanıp yalnız olmayı diledim ki! Ben yalnızlıktan nefret ederim! Ama yalnızlığı bile sana tercih ettiğim çok fazla gecem var. Ben geceleri severdim ama sayende onlar benim için birbirini takip eden sıkıcı saatler. Herhangi bir renk yok çünkü. Hayatta insanın en önemli zamanı ne biliyor musun? Okulu, işi, çocuğu, boku püsürü değil. Hayatta en önemli kendine ait en değerli zaman seviştiğin zamandır! Seks önemlidir ve eğer güzel seks yoksa güzel ilişki de yoktur.
-İyice belden aşağı vurdun kızım, saçmalama da konuşalım doğru düzgün… kalkıp bana doğru yürümek için doğruldu kanepeye oturdu, bana bakarken yine dizini kaşıdı, o kadar sinirliyim ki! Gri eşofmanlardan nefret ediyorum, kıvrık paçalardan nefret ediyorum, senden nefret ediyorum.
-Konuşacak bi şey yok, daha fazla konuşursam daha fazla kırarım. Benim için bitmiş olan bir ilişkiye devam etmemizin anlamı yok!
-Ela sen ciddi misin? 1 Nisan falan da değil, kamera şakası falan mı yapıyosunuz? Sonra Melih’le taşak geçeceksiniz di mi? Yemezler!
-Gerçekten şu anda edilebilecek küfürlerin sonundayım, hepsinden daha ağır bir şey bulmaya çalışıp bulamıyorum. Nasıl farklı bir frekanstayız seninle! Yüzüme bakıp ne kadar ciddi ne kadar şaka olduğunu bile anlayamayacak kadar ilgisizsin bana. Ne kadar eksik, ne kadar yüzeysel, ne kadar yapay bir ilişki bu! Burada oturup ilişkimizin eksilerini artılarını masaya yatıracak değilim, bu ilişkinin tedavi edilir bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Daha evvel de sana açtığım konuların tamamı hiç düzelmemiş şekilde önümde ve yenileri de eklenip duruyor. Uzun ilişkilerin kaderi bu belki de, ölüme mahkumlar! Ya da ben yalnızken daha iyiyim bilmiyorum. Ne söylersen söyle fikrim değişmeyecek. Benden hala bir açıklama bekleme çünkü artık her şeyi tükettim. Bu kadar sakin bitmesi en güzeli. Kahvaltını et sen!
Kalkıp dolaptan eşyalarımı, telefonumu, tabletimi, kulaklığımı aldım. Sigaramı cüzdanımı, sırt çantama doldurdum, evin anahtarını aldım (sonradan gelip kalan eşyaları almak için gerekli olacak!) O dakikadan sonra yanımda oturup bana bir şeyler anlatmaya çalışan Ümit’in söyledikleri birer mırıltı olarak fon müziği oldu mutlu dansıma. Kapıyı çektiğimde o apartmandan her zamankinden mutlu çıktım güneşe…
Ne yapacağımı planlamamıştım saate baktım 13:56, iskeleye yürüdüm, denize baktım, mavi minibüslerin kornalarına sinirlendim, terledim, deniz kenarında oturup çay içtim. O apartmanı hiç sevmemiştim, sebebi sanırım en baştan oraya taşınmak istemememdi, sebebi Ümit’i sevmememdi. Birinin iyi bir insan olması onu yaşanabilir ya da her şeyden öte sevişilebilir kılmıyor.
Saat 16:00 civarı bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm, keşke çıkmadan duş almış olsaydım. Telefon rehberini ve whatsapp’i dolaştım. Selin her zaman en yakınım ama onda kalamam. Mutlu ailesi ve bebeği şu anda ihtiyacım olan şey değil. Onun yanına biraz daha düzeldiğimde giderim. Şu an özgürlüğümün tadını çıkarmalıyım. Her zaman gittiğim yerlerin haricinde, gitmek istediklerimi bulup bana ait bir zaman yaratmayalı uzun zaman olmuş.
Sanırım Esra’yı bir denemeliyim. Önce mesajla yoklamak en iyisi.
-Pişt, nabıyon? …
Sessizlik… Bu süreçte insan kendini mal gibi hissediyor, samimi olduğun bir arkadaşını uzun zaman ihmal etmişsin, sonra işin düşmüş ve sanki hiç mesafe girmemiş gibi bir giriş yapmaya çalışıyorsun ama karşılığı geciktikçe aptallaşıyorsun. Üzerinden yarım saat geçiyor, o arada birkaç arkadaşı daha deniyorum, tabi daha seviyeli bir girişle, herkesin planı önceden yapılmış ya da hafta içi onlar için ev demek bilemiyorum.
Yarım saat sonunda Esra : İyidir be ya! Toplantıdayım, çıkınca ariyim seni?
Ffff, tam bir rahatlama! Trip yok, seviye yok, mesafe yok!
-Tamam, önemli ama bak ihmal etme, akşama görüşmemiz lazım, girlz night out bitch!
-Hımm, Ok du bekle!
3 dakika geçmeden telefonum çalıyor, Esra heyecanlı bi sesle:
-Anlatsana ne oldu? Ümit’le ayrıldın mı yoksa?
-Müneccim boku mu yedin?
-Bebeğim özellikle son bir yıldır ne zaman kızkıza çıkabildik? Kuyruğundan kurtulduysan bunu kutlamalıyız, belki daha evvel bu kadar açık dile getirmedim ama o kıl yumağını hiç sevememiştim!
Samimiyeti içimi ısıttı, o kadar uzun zamandır bu huzura ihtiyacım var ki, özgürlük damarlarımda karıncalanıyor, üstelik ay başı ve hesabım dolu olmalı!
-Ne zaman çıkıyorsun işten?
-Normalde altıda ama bugün toplantı uzayabilir, İsviçre’den finans bilmemnesi gelmiş, her şeyi denetliyorlar şirkette.
-Tamam Kadıköy’deyim ben, ara beni gelince!
-Tamam bebeğim! Wuuhuuu! Sesindeki neşe ve cilve beni de heyecanlandırdı, sanırım güzel bir akşam olacak! Kadıköy’de bir Pazartesi akşamı ne kadar eğlenilebilir ki?
Esra gelene kadar önce bir yerde oturup koca bir tabak pizza yedim ve bira içtim. Sonra kalkıp barlar sokağında bir bara oturdum, daha gündüz ve hafta içi olduğundan yoldan geçen herkesin hayatlarıyla ilgili hayaller kurarak saati 7 ettim ama Esra hala ortada yoktu. Yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlayan sokaklarda biraz gezinmek isteğiyle yerimden kalktığımda kaç bira içmiş olduğumu saymaya çalıştım ama 5 olmalı sanırım. Çoktan geceye hazırım.
Buraların bu kadar kalabalıklaşmış olması beni her gezişimde hayrete düşürür. Oldum olası sevdiğim, çocukluğumu gençliğimi geçirdiğim bu sokaklarda şimdi bir ayrılığı atlatıyorum. Atlatıyor muyum? Kutluyorum daha doğru sanırım…
Saat sekize gelirken sanırım telefonum çalıyor, Migros’un önünde buluşuyoruz Esra’yla. Siyah kumaş pantolon, beyaz şifon gömleğiyle çok  resmi görünüyor ama kollarını kocaman açıp bana koşarken bir anda çocukluk arkadaşıma dönüveriyor. Bazı insanlar dış görünüşlerinden ne kadar farklı! Saçlarının rengini açmış, yaza girerken daha sarı olunması gerektiğiyle ilgili bir genel geçer algının varlığını savunur hep. Bildiğim şeyler değil, kuaförler bana hep uzak oldu.
Bir sigara yakıp yürümeye başlıyorum, yanımda meraklı gözlerle “ee anlat” bakışını atıyor. Ümit yolda sigara içmemden nefret ederdi, bense çok severim!
Biraz yürüdükten sonra eskiden çokça takıldığımız bir bara oturuyoruz. Birer bira geldiğinde içimi dökmeye ne kadar hasret olduğuma şaşırıyorum. Anlatılacak çok şey var aslında, üstelik çakırkeyiflikten düşen çenem sayesinde içimden geldiğince anlatıyorum. Bir ara gözüm gökyüzündeki bir uçağa takılıyor. Ne kadar gitmek istediğimi düşünüyorum. Allah’ım gitmeliyim buradan!
Esra bir ara tuvalete kalktığında sigaramın bittiğini fark ediyorum, masada çantası yok, kesin makyaj tazelemek için yanına almıştır, bekar kızların kendine bakmasıyla Esra’nın kendine bakması arasında çok fark var. Eminim Esra evli ve 3 çocuklu olduğunda da kimse onu eyeliner ve pudrası olmadan göremez. Geçerken tuvalete uğrayıp onu beklediğim gibi aynanın karşısında buluyorum:
-Ben sigara almaya çıkıyorum.
-Tamam, ballı puro da alsana? Kutlayalım.
Gülümseyip çıkıyorum. Hep haftasonları (onda da seyrek olarak) çıkan biri olarak hafta içi hem de gecenin bu vaktinde sokakların bu kadar canlı olmasına şaşırdığımı hatırlıyorum. Sigarayı alıp biraz yürüdükten sonra puroyu almayı unuttuğumu fark edip aniden döndüğüm sırada birine çarpıp irkiliyorum. Melih iki omzumdan beni kavrayıp “vovoo yavaş yengeaanım! Napıyosun burada? Şurda oturuyoruz biz de arkadaşlarla, bakkaldan çıkarken gördüm, nerdesiniz?”
-Bilmiyo musun?
- Neyi? Kavga mı ettiniz?
-“Ayrıldık!” Kafasını geri çekip nassı yani bakışı atıyor. “Evet, ve ciddiyim, sanırım bu da seninle vedalaşmam demek oluyor.” Biraz geri çekilip resmi bi şekilde elini sıkıyorum, elimi bırakmıyor “ Nasıl yani, dur bakalım gel şöyle” Elimden beni kenara çekiyor. Oturduğu masaya bakıyorum, iki kız bir erkek arkadaşıyla beraber, kızlardan biri sohbet ederken yan gözle bizi kesiyor. Takıldığı kızlardan biri olmalı, esmer uzun bacaklı, güzel bi hatun.
“Ela?” elimden biraz çekip yüzüne bakmamı sağlıyor. Elimi hala bırakmadı, ne yapıyor bu?
-Efendim Melih?
- Kızım saçmalamasana, kiminlesin sen?
- Sanırım bu soruna cevap vermem için bir sebep yok. Üstelik arkadaşım beni bekliyor müsaade edersen? Bakışıyoruz.
-Seninle geliyorum!
-Hayır gelmiyorsun.
-Evet geliyorum, bekle, yanımdan ayrılıp masaya gidiyor. Arkasından birkaç saniye baktıktan sonra yürümeye devam ediyorum. Nerden çıktı karşıma, Esra’yla olduğumu Ümit’e söylerse onda kalmaya devam edemem. Nerde olduğumu bilmemeli ki bu ayrılığı gerçekleştirebileyim.
Tam bara girecekken arkamdan yetişiyor. Cebimden telefonu çıkarıp Esra’ya yazıyorum: “ bi arkadaşı gördüm sohbet ediyorum, gelicem birazdan, yalnız bıraktım seni ama bunu halletmem lazım!” Melih beni kenara çekip apartmanın girişinde kalabalıktan uzak bir köşede sıkıştırıyor. Soran bakışlarla yüzüme baktığı sırada telefonum titriyor, çıkarıp bakıyorum: “Ümit mi yoksa?” cevaplıyorum “ Yok merak etme! Gelicem!” “OK”
-Ne var Melih, gelme dedim sana!”
-Sarhoş görünüyorsun.
-Sanane! Bi düşün yakamdan ya!Kötü olmiyim diyorum da ailecek çok uğraştırıyosunuz beni, bitti işte sevmiyorum ve artık hayatıma devam etmek istiyorum. Birbirimize göre değiliz, devam etmemiz zaten saçmalık olacak, uzadıkça daha da anlamsızlaşıyor.
-Sebep?
-Sevmiyorum dedim ya başka sebebe gerek var mı?
-Bu kadar çabuk karar vermesen aslında, 3 sene az zaman değil. Eliyle tekrar omzumdan tutup beni apartmanın girişindeki merdivenlere oturtuyor. Yan yana bir süre öylece oturuyoruz. Bu çocuğun sevdiğim yanlarından biri dinlemeyi bilmesi sanırım. Bana anlatmam için zaman tanıyor. Anlatacak bir şey olmadığından, sessizlik uzayınca pes ediyor.
-Peki! O zaman güvenilir birinin yanında olduğunu varsayıyorum.
-Emin olabilirsin.
-Peki! … birkaç dakika daha sessizce oturuyoruz.
-Gitmem gerek, arkadaşımı yalnız bıraktım.
-Tamam, o zaman bu bir veda mı gerçekten?
-Evet, kendine iyi bak, belki ilerde bir fırsat olur görüşmek için.
-“Umarım olur.” Biraz imalı mı söyledi? Kafamı kaldırıp yüzüne bakıyorum, gözgöze bakıyoruz birkaç saniye, açık kahverengi gözleri karanlıkta güzel ve hüzünlü, sanırım gerçekten gitmeme üzülüyor. Yanaklarıma eğilip yavaşça öpüyor, o kadar yavaşki içimde bir şeyin kıpırdadığını hissediyorum, diğer yanağıma geçtiğinde nefesini de hissediyorum, istemsiz bir şekilde ben de aynı yavaşlıkta öperek karşılık veriyorum. Dakikalarca sürmüş gibi geliyor bu koklaşma bana.
-Gitmem lazım… diye fısıldıyorum kulağına ve yanağımı ayırıyorum. Hoşça kal.
Esra’nın yanına döndüğümde içimde başka bir kıpırtı, yeni bir dönemin başlangıcı, özgürlüğün ve bekarlığın verdiği güç damarlarımda dolanıyor. Bir saat kadar daha içip kutladıktan sonra bir taksiye atlayıp Bostancı’daki evine geliyoruz.

Macera yeni başlıyor bebeğim! Bundan eminim!

9 Haziran 2014 Pazartesi

Geçmişini tanıyıp tamamlanır insan, eksiklerini bulur, hatalarına sebepler bulur...

12:22

İçimdeki sinir harbine, sana olan bu kızgınlığıma engel olamıyorum. Ne filtre kahveler, ne şaraplar ne sigaralar tükettim… Çığlıklarla ağlamak istiyorum, minik bir bebek gibi katıla katıla ayaklarımı yere vura vura. Ama bunları bir şeyleri düzeltmek için değil, rahatlayıp defolmak için yapıyorum, gitmeye çok ihtiyacım var, uzun zamandan beri. Ve bugün son olacak söz veriyorum. En azından ben babamdan daha dürüst bir hayat süreceğim. En azından ben kendi ailemden daha mutlu bir aile kuracağım. O ailenin bireyi yalnızca ben olsam bile sağlıklı kalabilmem için bu adamdan ve bu çevreden kurtulmaktan başka çarem yok.

Beraber iki yıldır oturduğumuz evin salonundayım. Gri koltuklarımızın rengi açılmış, pufları kabartılmalı ama bu evde hakkettikleri sevgiyi göremedikleri kesin. Bir anda kendimi diz hizasında çiçekli şifon elbisemle evi toparlayan, pufları ve kırlentleri kabartan mutlu bir ev hanımı gibi hayal ettim. Hayalimde bu ev daha güzel görünüyordu. Aşk her şeyi güzelleştiriyordu...

Ümit uyansa da kahvaltı yapıp normale dönsek demiyorum artık. Uyansa da bir yerinden tutsam söyleyeceklerimin. Başı, ortası, sonu hiç fark etmez. Bir yerinden başlayacak cesareti bulmak yeterli olacak. Kan damarlarımda sinir dolaşıyo, ellerim ayaklarım karıncalanıyor olanları düşündükçe. Olanlarda Ümit suçlu olduğundan değil, nasıl bu kadar yanlış bir adam seçtiğime inanamayışımdan. Nasıl bu kadar kör davranıp yalnız kalmamak için kendimi bu hayata sürükleyebildiğimden. Bazen kalabalık yalnızlıktan çok canını yakıyor insanın. Etrafındakilerin senin aynan olduğunu düşündükçe; "Allah’ım ben bu muyum?" demekten kendini alamıyorsun. Aoo, banyonun ışığı yandığına göre mücük sabah ritüeline başlamış olmalı. Bu da demek oluyor ki yarım saat içerisinde salondaki kanepeye uzanıp kumandayı eline almış “ee kahvaltı yapmıyor muyuz?” demiş olacak, sanki kahvaltı kendi kendine hazırlanabiliyormuş ya da kıdemli kahvaltı hazırlayıcıbaşı benmişim de görevimi aksatıyormuşum gibi şaşkın ve umarsızca bakacak…

Elimdeki şu kısa sürede delirmemek adına sanırım hikayeyi size baştan anlatmalıyım. Ne olduğumdan neye dönüştüğüme ve bundan sonra ne olmak istediğime kadar. 1985 Aralık ayında İstanbul Üsküdar’da dedemin tatlı güzel evinde dünyaya gelmişim Bu klişeler, yaşadıklarımı anlatabilmem ve rahatlayabilmem için önemli...

Tabi ki bunları sanki o günleri hatırlayabilen süperhafızalı bir dahi çocukmuşum gibi dillendirdiğime bakma, bana anlatılanları zihnimde karakter analizim için biriktiriyorum ve zaman zaman kendime sonuçlar çıkarabilmem için bunları aile bireylerinden dinleyip kendi yorumumla hayal ediyorum. Zihnimde sadece hatırlayabildiğim geçmişimden kurulu, bir anda ortaya çıkmış bir ergen değil, doğmuş, sevilmiş, emeklemiş, yemiş içmiş, kırmış dökmüş, okumuş, kızdırmış, kıllanmış, irilmiş, günbegün yaşamış biri, hikayesi tamam olan biri olmak istiyorum.

Neyse, muhtar dedem annemin babamla mutlu olacağına hiç inanmamış-zaten her ailede eli öpülesi bir bilge yaşlı oluyor- ancak annemi ilk çocuğu olması vesilesiyle aşırı el üstünde tuttuğundan bir dediğini iki etmeden evlendirmiş. İlk etapta mutlu başlamışlar sanırım, en azından annemin söyledikleri bana öyle düşündürür: “aradığımı buldum sanmıştım, artık benim için hayat Selim’in kollarındaydı, başka hiç kimse hiçbir şey bana ne gerekti ki?” Ah naif ve bir o kadar da gerizekalı Münevver! Selim Kendirci zamanın yakışıklı ve bir o kadar da piç takılan genç doktorlarından. Uzmanlığını henüz almamış: Jinekoloji… Annemi de bir arkadaşının gizli kürtajı sırasında tanımış. O kadar korkmuşlar ki, babamın o dönem asistanlığını yaptığı, ve maalesef 63 yaşında sirozdan vefat eden, Mehmet Kendal amca onları sakinleştirme ve mümkünse ameliyat için uygun bir psikolojik duruma gelene kadar ameliyatı erteleme görevini babama vermiş. İsmini annemden hiç duymadığım ama Selma teyze olduğunu varsaydığım arkadaşıyla beraber annem öncelikle ofiste uzun süre direnmiş, ameliyat için ısrar etmiş. Ancak babam çenesiyle onları paralize edip bir kahve içmeye, tekrar düşünmeye ikna etmiş. Ne adamlar var, Allah rahmet eylesin de Mehmet Amca gerçekten çok başka adamdı, hep ekstra büyük baba oldu bana. Hakkını hiç birimiz ödeyemeyiz sanırım…
O gün içilen kahveler sayesinde, Selma Teyze olduğunu varsaydığım annemin yakın arkadaşı, karnındaki bebeğe bir şans vermeye karar verip durumu daha önce korkusundan bahsetmediği sevgilisine açıyor. Sevgilisinin korkup kaçacağını düşünürken derhal düğün hazırlıklarına başlanıyor ve babam Mehmet Amca’nın da sayesinde Yağmur’un yaşamasını sağlıyor. Yağmur benden tam 3 yaş büyük ve hikayelerde yaptığım çıkarımlara göre tam da bu kadar zaman içinde benim aileye katılmış olmam lazım. Çevremizdeki diğer ailelerin hikayeleri daha az uyumlu ve annem Selma Teyze’den yıllar içinde didişip tartışsalar da hiçbir zaman kopamadı.
Selma Teyzeyle, Ferdi Amca’nın düğünlerinde babam ve annem de ilk danslarını etmişler ve flörtleri başlamış. Annem o sırada bir bankada gişe memuruymuş ve gerçekten fotoğraflardan da gördüğüm kadarıyla çok güzel ve alımlıymış. Bana geçmeyen bir kibarlığı var, hala incecik ve asil. Tüm kıyafetleri uyumlu. Bu beni ara ara sinir etse de hiçbir zaman gerçekten onun gibi olmak istemedim… Kızsam da sanırım karakterim babama daha yakın, ŞET!
Neyse düğün sonrası 6 ay süren flörtleşmeler, boğaz turları, discolar derken dedem de zaten bilip de görmezden gelmeye devam ettiği bu ilişkiye artık bir ad koyulması gerekliliğini anneme dile getirmiş. Annemin söylediğine göre babam ilk etapta o kadar da coşkuyla karşılamamış u fikri, onun ailesi biraz daha orta halli, biraz da kendi maaşından paylanarak hayatlarına devam ettiği için olsa gerek –belki  o da benim şu anda olduğum gibi saçma bir durumun içine kendini sokmuş ve annemi üzmek istemediğinden evlenmiştir bilemiyorum- annemden biraz zaman istemiş. Kış aylarında gelişen bu olay bahar sonuna kadar ertelenmiş. Yaz başında babam da ailesini alıp Üsküdar’a kız istemeye gelmişler. Babamın ailesi, anneminkilere göre biraz daha anormal bir topluluk diyebilirim. Babaannem yalnız, eşini genç yaşta kaybetmiş, 2 oğlu ve bir kızıyla geçinmeye çalışan bir orta halli kadın. İlkokulu bile okumamış, okuma yazmayı eşini kaybettikten sonra mecburiyetten öğrenmiş, hayatın törpülediği, dilini esirgemeyen bir cebbarceval.  Tabi tanıştıklarında ananem kızı için çok endişelenmiş. Bu kadar zaman el üstünde tuttukları kızlarının kaynana elinde ezilmesini istememiş, zira oturdukları ev haricinde başka bir evleri ya da bunu karşılayabilecek maaşları yokmuş. Babamın uzmanlığını alması ve gerçekten para kazanmaya başlaması bundan 4-5 sene sonrasında olacakmış.
Birçok konuşmaya, ikna çabasına rağmen annem kayınvalidesi, iki kayın bilader ve bir görümceyle yaşamayı kabul etmiş. Buradan babama çok aşık olduğunu mu çıkarmalıyım yoksa annemin mülayim ve uyumlu karakterini mi bilemiyorum. Sade bir nikah töreni ardından dedemin ayarladığı sahil kenarında güzel bir lokalde düğünleri gerçekleşmiş ve sonrasında 2 uzun yıl annem babaannemle yaşamak zorunda kalmış. Amcalarım bana göre tatlı insanlar olsa da beraber yaşamayı tercih etmeyeceğim kadar saygısız ve vurdumduymazlar. Halamsa ev işlerini paylaşacak bir kızkardeş edindiği için mutlu, nispeten hem seven hem söven bir halde annemle hep iyi ilişkiler kurmuş.
Annemin hamileliğiyle evde olağanüstü hal ilan edilip tüm düzen değiştirilmiş. Kendirci soyadını devam ettirecek bir veliaht beklemişler ama tabi benim geleceğimi bilmeden. Bu dönemde annemin her istediğinin yapılması, ona doğumu kendi anne ve babasının yanında gerçekleştirmek isteğini dile getirme cesareti vermiş. Torununu sağlıkla kucağına almak isteyen babaannem , anneme müsaade etmiş. Bu sırada baban nerde derseniz, o zaten eve ve ekstradan gelecek diğer boğaza yetişmek için sürekli nöbete kalıp, kalan zamanlarda uzmanlık sınavları için sürekli çalışır haldeymiş.
Sonunda dedemin Üsküdar’daki evinde doğduğum sırada babam, kendi eşini doğurtabilecek kadar deneyimli olmasına rağmen, başka bir doğuma yardımla meşgulmüş ve ebe Emine’nin ellerine dünyaya gelmişim. Benim doğumumla annem bankadaki işinden ayrılmış ve kendini ailesine adamış, iyi mi yapmış? Zamanın şartları, yargılayacak değilim ama arada kaybettiği yıllar olmasaydı şu anda daha iyi bir yerde olabilirdi elbette, bunu hak ediyor.
Babam uzmanlığını ben 2 buçuk yaşındayken almış ve 3 yaşıma gelmeden ayrı evimize çıkarak sonunda çekirdek yuvamızı kurmuşuz. Bundan sonrasını annem 5 yıllık saadet devri olarak anlatır. Benim ilkokul yıllarıma kadar o kadar çok gezmiş ve fotoğraf çektirmişiz ki gerçekten bir zamanlar mutlu olmuş olabileceğimize inanırım. Neden sonra babam daha çok çalışmaya vermiş kendini. Daha çok seminere katılır, daha çok evden uzak kalır olmuş. Zaten annem de benim okulum derslerim derken günlük rutine dalmış gitmiş.
Bir gece uykumdan uyandığımı hatırlıyorum, annem yatak odasında telefonla konuşuyor. Ağlıyor mu? Uykulu muyum? Gözlerimi ovuşturup dirseklerimin üzerinde doğruluyorum, dikkat kesiliyorum. Evet burnunu çekiyor. Hemen bir endişe kaplıyor içimi, kesin birine bir şey oldu. Yataktan doğrulup odamın yarım açık kapısına doğru ilerliyorum, karşı çaprazda annemlerin yatak odası, şifonyerin aynasından arkası dönük annemin, telefon kulağında omuzlarını bir düşürüp bir dikerek mırıldandığını duyuyorum.
“Hımm. Hı hımm...”babamla mı konuşuyor?
“Yok yok ağlamıyorum, merak etme” ama ağladığından eminim.
“Ben bunu öğrenmeliyim, böyle olmaz, Selim’le konuşucam!” babam değil o halde. Biri de ölmemiş. Öğrenilecek bir şey var. Kapıyı açıp yatak odasına doğru yürüyorum. Annem beni fark ettiği gibi zıplıyor, zoraki gülümsemesini ve “Tamam canım ben seni ararım, Ela uyandı” deyişini hatırlıyorum. O gece annemle yattım. Bana bir arkadaşının annesinin çok hasta olduğunu ve çok üzüldüğünü söyledi. Keşke kendimi göstermeden dinlemeye devam etseydim!

Bu olaydan sonra annemle babam bariz şekilde tartışır oldular. Her fırsatta birbirlerini tersliyorlar, kahvaltıda bile 10 dakika aynı masada oturamıyorlardı. O zamanlar ergenliğe yeni girdiğimden benim için sınıftaki Ceren’in sarı saçlarıyla yarışmak ve Numan’a kendimi beğendirmek gibi dertlerim vardı. Bu sıkıntılar çok da umrumda değildi açıkçası. Yine de evdeki huzursuzluk çocukları çok yoruyor. Psikolojimde etkisi olduğundan eminim. Zaman zaman bu dönemleri mutlu geçirmiş olsak daha sağlıklı bir birey olur muydum acaba diye düşünmeden edemiyorum.


Hikayeme şu anda ara vermek zorundayım. Yapmam gereken daha önemli bir iş var. Bugün eşyalarımı toplamaya başlasam, yakın zamanda bir starbucks’ta tabletimden yazıyor olmayı diliyorum. Şu an ev aramak ihtiyacım olan şey.  

8 Haziran 2014 Pazar

Bir ayıyla yaşamaktan vazgeçiyorum, Baba şu an senden nefret ediyorum!

Hayatımın en sıkıcı gününü yaşıyorum sanırım! Haziranın bu bunaltan gününde bu rezil hamam böceği yuvasına tıkılıp kalmış olmak yetmiyormuş gibi bir de şarabım bitti…

Kısa zaman öncesine kadar bu işin sonunun daha iyi olacağını umuyordum ama artık inancım kalmadı. Ben kendim olmaya çalıştıkça beni engelleyen, yavaşlatan, hayattan alıkoyan bir sevgiliye artık ihtiyacım yok, bundan eminim en azından. Ümitle yollarımız kesiştiği günden beri hep bir eksik sevmeler, hep bir yapboz parçası aramalar… “Zaten bilmiyor muydun be kızım!” diye bağıran içsesim şu an “Ben söylemiştim demiycem çünkü buna gıcık olursun, seni tanıyorum, beni görmezden gelmeni istemiyorum ama sonunun böyle olacağını biliyordum!” naralarıyla beni kendime gelmeye ve durumu kabullenmeye zorluyor. Bu gibi anlarda şaraba daha çok ihtiyaç duyuyorum. Şarabın sarhoşluğunun ne kadar güzel olduğunu bilmeyen birine aşkı anlatmaya çalışmak beni çok yordu. 

Şu an yanımda ilgisizce bilgisayar kurcalayan bu artık itici "homosapien"'den gerçekten kurtulmak istiyorum. Her ayrılık denememde "bunu gerçekten istemediğini biliyorum ve senin pişman olmanı, bu arada kaybettiğimiz vakti toparlamaya çalışmayı ve ilişkimizin yalama olmasını istemiyorum, bıy bıy bıy bıy." Bunlara katlanamasam da yalnız kalmakla ilgili sorunlarım var. Kendimi gecelere vurmak istemiyorum. Her yeni vücut yeni bir faça demek kolunda... Acısını hissetmediğin, tatlı tatlı seni kendini cezalandırıyormuşsun tatminine sürükleyen ama aslında ömrünce taşıyacağın bir kesiğe dönüşecek ve yeterince olgunlaştığında taşımaktan eskisi kadar hoşlanmayacağın bir çizik....

Her neyse, sanırım bu akşamki ruh halimde Melih'in etkisi var. Sevgilimin kardeşiyle flörtleşmek pek de ahlaki sayılmaz. Dahası bunun nereye varacağı çok açık, bu "baldız baldan tatlıdır" kıvamındaki sevimli didişmeler elektriklenmeli gerilmeli dokunuşlara dönüşmeye başladı ki bu hiç de sağlıklı değil. Tamam, ahlak kumkuması olduğum söylenemez ama aynı evde yaşamaya karar vermişken (ki sanırım bu ilişkiye başlama kararımdan sonra verdiğim en aptalca karardı) sevgilimi kardeşiyle aldatacak değilim. Bu kadarı bana bile ters. Ama bu senaryoda içsesisimin "titre ve kendine gel bebeğim" çığlıklarının sebebi "başka birine bunları hissedebiliyorsam zaten ben bu Ümit'i sevmiyorumdur ulan! Hem de kardeşine! Lan!" dedirtiyor bana, sus canım, sus bebeğim! 

Zararsız bir hayatım var. Okul 7 senede de olsa bitti. Kendimi hiçbir zaman avukat olabilecek kadar kararlı ve ağzı laf yapan bir kaltak olarak görmedim. Toplum içinde konuşmakla ilgili sorunlarım var. Dolayısıyla halen baba parası sefası sürmekteyim. Selim Bey'in buna itirazı olacağını sanmıyorum, aramızdaki anlaşma sonrası zaten her ay hesabımda herhangi bir avukatlık firmasından kazanabileceğim paranın 3 katını bulmam bunu kanıtlıyor. Ahlaki değerlerimi kimden aldığım ortada... 

Dün gece telefonun sesiyle irkildiğimde saat 03:15'di, Selim Bey arkadan gelen, tahminen Kumkapı, klarnet sesini bastıran bas bariton nidasıyla :

"Ela seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun değil mi?" ben ne kadar susamış olduğumu ve acaba bu ayyaş konuşmadan çabucak kurtulup kurtulamayacağımı düşünüyordum.

" Hı hım..." sessizlik... Gerçek anlamda bir sessizlik. Arkada susan klarnetin bir anda bizi normalleştiren bir fon yaratmaya çalıştığını ama benim sevgisizliğim nedeniyle susarak yerini yanık bir keman sesine bırakacağını düşündüm bir an. Bir şeyler söylenmeliydi, zira sessizlik bana bir saat kadar uzun gelen o birkaç saniye boyunca sonsuzluğa uzandı. Sonunda pes eden tabi ki ben değildim, kozu yüksek olan taraf olduğumdan hiç riske girmemi gerektiren bir durum yok ortada. 

" Görüşmek ister misin? Salı mesela? hı?" 

....

"Eğer planın varsa Perşembe'yi de boşaltabilirim, birkaç önemli randevu dışında öğleden sonramı boşaltabilirim gibi duruyor."

" Bu hafta şehir dışındayım baba, sorduğun için sağol, ne zaman dönerim bilmiyorum, saatin farkındasın di mi?"

" Evet hayatım... Uyumuyorsundur herhalde diye düşünmüştüm, bugün Cumartesi!" ne anlatmaya çalışıyor bu adam? Şimdiden içi geçmiş bir yaşlı gibi davrandığımı mı yoksa "kendine biraz çeki düzen verip yaşının gerektirdiği gibi davranmalısın tatlı prensesim" vurgulu cici baba vaazı mı? Yo yo bu kesinlikle ne dediğinin farkında olmayan antropozlu baba vırvırı...Belki de o kadar anlam yüklememeliyim, muhtemelen bir büyük bittikten sonra aranmışımdır, acaba pişmanlık ya da suçluluk mu? Şu an annemle olmadığından eminim.

"Peki baba, sana iyi eğlenceler!"

"İş yemeğindeyiz, çiçek pasajında." çok ilgimi çekiyormuş gibi... 

"Hı hım, hadi afiyet olsun o zaman hayırlı işleeer!"

Uykumu kaçırmaktan başka hiçbir şeye yaramamış olan bu saçma sevgi gösterisi beni duygulandırmak yerine daha da sinirlendirdi. Neyi var bu adamın? Ya da bu adamların demeliyim sanırım. Biz kadınların kendini açıklamak için illa bu adamları şekillendirmemiz "dur oğlum! ne saçmaladın orda o söylenir mi lan öküz" şeklinde sürekli müdahalelerde mi bulunmamız gerekiyor? Bizden bu kadar şikayet etmelerinin sebebi ne acaba? Üstelik hayat bu kadar kolayken, kadınlar bu kadar açıkken!

Dedim ki madem uyandım bari herifime sarılayım, yalnız olmamak böyle anlarda işe yarıyor, ama... O zamana kadar farketmediğimi farkettim ki Ümit yanımda değil. İçeride ışık da yanmıyor. Hımm acaba nerde? Yani beni aldatacak bir insan olsa hayatımıza renk ve ihtiras katılmış olurdu diyebileceğim kadar düz bi adam olan Ümit gecenin bu vaktinde nereye gider? 

Daha önce de belirttiğim gibi evimizin bir hamam böceği yuvasından hallice çehresinde bir adamı kaybetmek zaten mümkün değil, yatak odası haricinde bakacağın bir salon bir de banyo var zaten. Her ikisinde de olmadığına göre kalıyor tek seçenek: Melih. Evi çok yakın olduğundan beni "uyandırmaya kıyamayıp" -ki bir kere de bana kıy, bi ağzıma sıç be adam- Melih'e gitmiştir!

Mavi şipidiklerimi ayağıma geçirip pijamamla yeldeğirmeni sokaklarına düştüm. Hava o kadar güzel ki içime çektiğim derin nefes bana gerçekten " Olm Cumartesi lan bugün, 11'de yatmışın cidden için geçmiş senin, yaşlı kadın olmuşun sen!" dedirten bir zihin açıklığı verdi. Birkaç apartman sonra pasajdan geçip "Gülçiçek" Apartmanının, üzerinde "Ali Kobalt" yazan 3. ziline bastım. Bu zil beni hep mutlu ediyor. Ali Kobalt'ı hayal edip, o zile adını yazacak kadar bu daireyi sahiplenmiş kişiyi bir esmer bıyıklı aile babası, bir genç yakışıklı öğrenci, bir çelimsiz çirkin garson olarak hayal ediyorum. Bu yüzden Melih 'in "Olm şu zile de adımı yazsam, bütün mektupları kapıya bırakıyo postacı, faturalar kaybolsa neyse de Liane fotoğraf falan yolluyo bazen, sokaktan geçen birinin eline geçecek, herif kızın fotosuyla! Baldız kusura bakma da bizim kız birrazz güzel!" yorumuna karşılık "Ya saçmalama, zile adını yazacaksın sonra gidip bir yerde takıldığın kurtulmak istediğin bir kız olacak, başını belaya soktuğun kavga ettiğin biri olacak, ne bileyim ödemek istemediğin fatura, almak istemediğin mahkeme celbi olacak!" yorumuyla bu fikirden vazgeçirmeyi başarmıştım. Bunu o sırada gayri ihtiyari yapmıştım ama yukarıdan zile basmalarını beklerken aklıma geldi, ben bu Ali Kobalt'ı hayal etmeyi seviyorum. Liane de Melih'in Erasmus partilerinden birinde tanışıp 3 ay boyunca düzdüğü, sonunda dünyanın bir ucuna geri dönen Avusturalyalı arkeoloji öğrencisi. Hala internetten yazışıp, sanal sex ve daha tehlikesiz olduğunu neden düşündüklerini bilmediğim şekliyle birbirlerine erotik fotoğraflarını posta yoluyla yolladıkları garip ve anlamsız bir ilişki yaşıyorlar. Belki de bizimkinden anlamlı, en azından sex ve istek içeriyor!

Zil'in geceyi bölen sesiyle kendime geldim, benimle beraber yoldan geçen iki "tahminen gay" tip de zıpladı, gülüştük. Kapısına geldiğimde aralık ama karşılayan kimsenin olmadığı 6 numaraya, nedense gerilerek, yaklaştım. Melih pötikareli boxer'ıyla karşımda yarıçıplak dikilirken nanosaniyeler içinde kafamdan flaşlarla garip fotoğraflar geçit töreni yaptı "what the fuck!"

"Nabıyonuz siz böyle yarıçıplak?" tepkime engel olamadım. 
"Yarıçıplak okey, afedersin bu saatte seni bekleyeceğimi düşünmezsin heralde? Siz derken?" ani bir endişe geldi geçti.
"Ümit burda değil mi?"
"Yoo!" hımm, çabuk düşünmeliyim, gözlerini boxerdan ayır, öhöm, hımm, nerde olabilir? sessizlik uzuyor, ortam garipleşmeye ve biz yabancılaşmaya başlıyoruz. "Girsene?" gerçekten mi? şu anda, sen böyle, ben pijalamalar.. içsesim bile kekeliyor, sanırım artık bakmamalıyım, ufak bir piç gülüş gördüğüme kalıbımı basarım.

"Yok, ben Ümit'i evde bulamayınca kesin buraya PS oynamaya falan gelmiştir diye düşündüm, sanırım eve dönsem iyi olur" biraz daha ısrar etse keşke, hazır uyanmışken bir iki bira içerdik diye düşünmeden edemiyorum, bu hayatın biraz maceraya ihtiyacı var, arkamı dönmek üzereyim. Çoktan bir basamak indim bile... Sanırım artık çok geç, derken "Yahu gelsene kızım, bu saatte yalnız başına göndermem, bi de pijamalarla çıkmış te Allah'ım hadi geç, ben de bi şeyler giyeyim üstüme beraber gideriz!" giyme :(

Melih'in eviyle ilgili en sevdiğim şey siyah ve gri ağırlıklı oluşu ve bol bol kitap ve mumla renklendirilmiş salonu... Kendimi pofuduk üçlü koltuğa atıp cebimden telefonu çıkardım, çokta odasına geçmiş olan Melih'e seslendim: "Çabuk ol! Bu sefer de Bay pimpirik beni bulamayıp Kadıköy'ü ayağa kaldırmasın." 

Numarayı çevirdim, birkaç kez çaldıktan sonra meşgule düşen telefon beni daha da endişelendirdi. Hımm, bir yerlerde, telefonu yanında ve meşgule atacak kadar acil bir şey yapıyor ya da konuşamayacağı bir yerde. Belki de birileri evimize girip telefonuyla beraber onu kaçırmıştır. Belki de hayatımın ne kadar sıkıcı olduğuyla ilgili yakarışlarımı duyan yaradan bana bir yardım eli uzatıp onu "günbatımına doğru at süren yalnız kovboy" felsefesine sokarak hayatının dönüm noktasını deneyimlemesini sağlamış , bilinmeyen bir yere doğru ilk bulduğu otobüs, uçak ya da herhangi bir ulaşım aracının biletiyle yollara düşürmüştür. Oğmayyy!

Kalp atışlarım ve heyecanım telefonun titreşimiyle bölündü, ekranda gördüğüm "Mücük" ismi o an bana dünyadaki en vasat ve yapmacık isim gibi göründü. Nerden bulmuşum bunu ben? "Alo!, nerdesin Ümit, ödüm bokuma karıştı yalnız evde!"

"Ya su almaya gittim kızım, da geldim sen yoksun?"

"Ha!" hımm, şu an garip bir durumun içindeyim ama sonuçta ben hep dürüst biriyim, yanlış anlaşılacağımı sanmam. “Ben de seni bulamayınca, herhalde Melih’le PS oynuyosundur diye düşünüp Melih’e geldim, şimdi dönüyorum o zaman” içeriye seslendim “Meliih, evdeymiş Ümit, çıkıyorum ben, su almaya çıkmış”

“Beni cepten aramadan ne diye çıkıyosun ki?” Şu anda bunu tartışmaya başlamak için doğru bir ruh hali, saat ve modda değilim. Babamla geçen garip konuşmadan sonra yeterince telefon saçmalığı oldu bu gece için. CEVAP VERMEMELİYİM. Bunun sonu gerçekten çok kötü.

“Hadi kapa kapa gelince konuşuruz,Melih’i de uyandırdım o da geliyo galiba”

“E yatardık artık, neyse taam o zaman gelin hadi” onu daha önce yapacaktın, beni bu kadar uyandırıp kardeşinin çıplak silüetiyle gereksiz hareketli bir geceye ve libido patlamasına yönlendirmeden çok önce…

Melih gereksiz hazırlığına devam edip her zamanki gibi saçları yapılı, en güzel kotu ütülü tshirt’ü çekili karşımda dikildiğinde saat 04:00 olmuş olmalı… “E hadi!” diyen sesiyle irkildim, sanki bu kadar saattir ben süsleniyorum, bu saatte ne süslendi bu bu kadar? Saçlarını dağınık seviyorum bebeğim, layki layki… 

Yanından geçip antrede ayakkabımı giymek için eğilmek üzereyken, sol eliyle belimden tutup ayakkabılığa eğilmesi ile elektriklenen vücudum, apartman içinde önlü arkalı ilerlerken kapanan otomatiği yakmaya çalışıp, biraz da bilinçli şekilde, nefesleri duyacak şekilde yakınlaşmamızla tam bir alarm durumuna geçti. Yol boyunca birbirimize çarpıp gülüştükten sonra eve varıp Ümitle sabahlayacak olmak beni üzdü resmen.

Kapıyı açtığımızda tahmin ettiğim horultu salon kanepesinden geliyordu.

“ Aaaaamaaan, tam bir oyun bozan bu herif ya, uykumdan ettiniz, aklıma PS soktunuz, bi parti çakmadan kimse beni gönderemez buradan” diyen Melih ayağıyla Ümit’i dürttü ama nafile çabasına “E hadi bana çak bari” diyen esprili, anlamlı, mesajlı ve elektrikli söylemimle son verdim. Sanırım o sırada bir yandan da "Allaam nolur uyanmasın Ümit, uyusun sabaha kadar, zaten gıcığım!" diye dua ediyordum.

“Napalım, madem bu kadar heveslisin, gazını alalım!” bu herifin piçliği beni deli ediyor, kızıyorum sinirleniyorum ama kardeşinden daha yakışıklı her şeyden öte daha karizmatik olduğu kesin. Sanırım ben pısırık adam sevmiyorum!

İki minder çekip dizdize playstation oynayarak sabaha kadar birbirini dürtmeli oynaşmalı bir gece geçirdik, bi ara yaptığım pratikler sayesinde Barcelona’ya Chelsea ile attığım gole sinirlenen Melih’in elimden joystiği almaya çalışırken- ya da bahane bilemiyorum- kelimenin tam anlamıyla altlı üstlü garip bir an yaşayıp, birkaç saniye öpüşme mesafesinde kaldıktan sonra Ümit’in gayriihtiyari osuruğuyla kendimize gelip gülme krizine girişimiz gecenin sonu oldu. İyi ki öyle oldu!

Şimdi oturmuş bu adamı sevmediğimi düşünüp duruyorum. Kardeşini de sevmiyorum, bu sadece bir çekim, cinsel boşluğumu doldurmak için ruhuma bir delik açmaya niyetim yok! Kutsal bok bana yardım et! 

Sanırım bu kadar yeter, şarabım da yok, daha fazla tahammül edemeyeceğim. Zaten Ümit de bilgisayarını bırakıp çiş, diş fırçalama ve pijama giyme ritüeline başladı. Boxerla yatan sexi bir adam yerine full konsantre gece hazırlığı yapan bir adamla beraberim. Bana göre değil! ama elindeki bu tatlım, ya o da olmayaydı? Ulan artık olmasa daha iyi sanırım, en kedili kadın bile benden daha mutludur, yeter ruhumun aldığı yara, gamsız insan olasım var yahu!

Ben kokulu ayının yanına kıvrılayım, yarın bu işe bir nokta koymalıyım. Acaba Melih şu an hangi barda içmelerde cilvelerde… Süslenip, salınıp, kırıtıp, ayartasım var kim gelirse önüme… Bilsem tedavi edeceğini, ömrümü böyle geçirebilirim ama arayışın bir sonu olmalı, bu ruhun da bir okşayanı, bir gözünü etraftan elini eteğini çapkınlıktan çektireni olmalı. Bu ruhun da eşlik edeni olmalı! Fiziki eşlik kolay hacı, ruhum yalnız, ona ne çare…